ÖZEL BÖLÜM
KALBİNİN KORSANI ÖZEL BÖLÜM
“Peki bu sabah nereye gidiyorsun Roza?”
Evet Roza, şimdi bu soruya cevap ver. Oysaki akşam bir bahane düşünecektin ama Elvis’i düşünmekten bunu düşünemedin.
Kürkümün yakalarını birbirine kavuştururken annemin sorusunu doğal karşılamış gibi hafifçe tebessüm ederek baktım kendisine. “Sıcak çikolata bitmiş, bugünlerde içmeden yapamıyorum. Soğuk havalarda... biliyorsun ki çok severim.”
Annem, her gün bir yenisini eklediğim bahaneyi tartıyormuş gibi beni inceledi. Kar yağmaya devam ediyordu, bu yüzden kürk giymem şaşkınlık verici değildi. Fakat annem yanağıma sürdüğüm allığı, dudağıma sürdüğüm ruju soracak olsa ne derdim bilmiyordum. “Hımm,” diye bir ses çıkarıp ardından gözleri parlayarak kapıdaki bana yaklaştı. “Lütfen kızma ve bana doğruyu söyle, birisiyle mi görüşüyorsun da her gün evden çıkıyorsun?”
Anlaşılmak beni utandırdı ama bunu gizlemek için abartısız şekilde, “Bunu nereden çıkardın anne?” dedim. “Her gün evde ne yapmamı bekliyorsun ki? Adayı geziyorum, fırına ve çarşıya gidiyorum. Dolaşıyorum, ne zarar var bunda?”
“Doğru, evimizde de bahçeden içeriye girdiğin yoktu, evimiz demişken ne kadar da özledim... Keşke biraz bu tüccarın oğluyla görüşsen, sana eşlik eder, adayı gezdirir.”
Annem, nüfusu az bu adada her hafta bana talip bulmayı başarıyordu. “İstemiyorum anne, istemiyorum! Neden anlamıyorsun, yeter artık!”
Kaşlarını çatarken gözleri de kırpışmaya başladı. “İyice asi birisi oldun. Genç bir kadınsın artık, evlenmeyip ne yapacaksın...”
“Zamanı gelince düşünürüm...”
“Neyse ki güzelsin de taliplerin oluyor, yoksa bu hırçınlığına kimse tahammül göstermez.”
Sürekli duyduğum şeyler için anneme tekrar tekrar kırılıp kızacak değildim. Aldığım ayakkabılarımı açtığım kapının eşiğine bırakıp giyindim ve daha kimseye görünmeden evden çıktım. Evin bembeyaz bahçesinden ayrılıp yola çıkarken annemi unutmuştum bile.
Elvis’i iki gündür görmüyordum.
O iki güne kadar da her gün görmüştüm.
Adaya geldiği, kilisede karşıma çıktığı günden beri her gün, gittiğim her yerde görmüştüm onu. Sanıyorum ki evimi biliyor, dışarıya çıktığım an beni takip ediyor ve yalnız kaldığım an yanımda beliriyordu. Doğrusu, onu gördüğüm günden sonraki her gün dışarıya çıkıp bu sebepten kendimi annemin sorularına maruz bırakmıştım. Elvis’ten ruhen kaçamıyordum, kalben de. Öyle davranıyor, öyle gösteriyordum. Bana, onu sevdiğimi duymadan buradan gitmeyeceğini söylemişti. O halde söylediğimde mi gidecek? Bunu bilip nasıl söylerim ki?
Son iki gündür gittiğini de düşünmeye başlamıştım.
Çünkü dışarıya çıktığım iki günde de yanımda belirmemişti.
Bu, ya gittiğinin ya bıktığının habercisiydi. Ona sıcak davranmıyordum, yanıma geldiğinde uzaklaşmıyor, onunla vakit geçiriyor ama neredeyse gülümsemiyordum bile. Bu yakışıksız tavrımdan, çocuksu hallerimden bıkmış olabilirdi.
Kar yağışı altında uzun uzun yürüdüm. Adanın nüfusu haftalar geçtikçe artıyor, radyoda duyduğuma göre ülkemizdeki kıtlıkta çoğalıyordu. Ülkem ve oradaki insanlar için üzülüyor, kendimi mahcup hissediyordum ama Elvis’le beraberken... tüm hüzünlü duyguları unutuyordum.
Yalnız kalacağım sokaklara girerken arkama, etrafıma baktım ama ondan hiçbir iz yoktu. Eldivenlerim vardı fakat buna rağmen üşüyen ellerimi ısıtmak için nefesime yaklaştırdım. Yanımdan geçen bir hanımefendiye yol verip sıkıntıyla omuzlarımı düşürdüm.
Aslında nerede kaldığını biliyordum. Geçtiğimiz iki haftada yaşadığı evi görmüştüm, çünkü bir keresinde evin önünden geçmiştik ve bana göstermişti. İçimdeki ses beni oraya yaklaştırıyordu ama ona kendi ayaklarımla gidecek olmak da...
O senin için geldi, dedi iç sesim.
Ya kaldığı o evde bulamazsam? Ya gitmişse?
Gözlerimin yaşardığını hissederek sol taraftaki yola saptım. Evin kapısını çalmazdım, dışarıdan bakıp gidip gitmediğini görürdüm. Tabi ya, böyle yapabilirdim. Belki de bir işi çıkmıştı, ya da... hasta olmuştur. Onun güneyde yaşadığını, sıcak iklime alışkın olduğunu biliyordum. Belki yoğun kış onu hasta etmişti.
Öyleyse bana ihtiyacı olabilirdi!
Bunları düşündükçe adımlarım hızlandı. Ada çok büyüktü, oraya ulaşmam zaman almazdı. Yaklaştıkça Elvis’le beraberken ortaya çıkan duyguları hissetmeye başladım, karların altında kalmış, dik ve yüksek çatılı eve baktım. Etrafında bir çit vardı, çitin kapısı açıktı. Sokağa baktım ve tanıdık birisi göze çarpmayınca o kapıdan süzüldüm. Karlara dikkat ederek pencereye yaklaştım ve yüksek camlara ulaşmak için parmak uçlarıma çıktım. Eski güneşlikler vardı, içeriyi göremiyordum.
Belki de daha olgun davranmanın zamanı gelmişti. Kapıyı çalmalı, onu evde aramalıyım.
“Kimleri görüyorum...”
Bu seslenişi duyduğumda korku ve kısa bir çığlıkla arkamı döndüm, sırtım duvarla bütünleşirken karşılaştığım Ares’a bakakaldım. Saçlarında, yüzünde kar taneleri, kucağında kütükler vardı. Beni baştan aşağıya süzüp, “Seni görmek ne güzel,” dedi.
Ares ve Martin’in de Elvis’le olduğunu anlamış ama onları en son gemide görmüştüm. “Keşke... seninle aynı düşünebilsem,” dedim sesimi bulduğumda.
Aşinası olduğum şekilde kıs kıs gülüp, “Burada n’apıyorsun?” dedi. “Eve geçsene.”
Çenesiyle kapıyı gösterip kendisi de önden yürümeye başlayınca kararsız kalıp akabinde ilerledim. Açık bıraktığı yerden geçip kısa ama yüksek tavanlı holde yürüdüm. Girdiğini gördüğüm odaya geçince de Martin’i buldum. İçeride yuvarlak, ahşap bir masa vardı ve Martin oturmuş, bir fincan sıcak içecek içiyordu. Karşısında bir kız görünce afalladım, sonrasında aklıma gemideki konuşmalarımız geldi. Elvis bana Martin’in kız kardeşinden, hatta onu almaktan bahsetmişti. Bu genç kadındı demek ki, kız kardeşim yaşlarında görünüyordu. Belki de daha büyüktü.
“Martin, bak kapımızı eşeleyen bir fare buldum...”
Düşmancıl bakışlarım Ares’i, sonra tekrar Martin’i buldu. Bu sırada Ares kucağındaki kütükleri şömine önüne bırakıyordu. Gözlerimiz Martin ve kardeşiyle buluşunca kendimi buraya çok yabancı hissederek yutkundum. “Merhaba,” dedim sadece.
Gözlerini kısıp beni baştan aşağıya süzdü.
Elbette konuşamadığı için onun yerine kız kardeşi olduğunu tahmin ettiğim kız, “Merhaba,” dedi, bakışlarımız birleşti. “İlk kez bu eve birisinin geldiğini görüyorum... kimsin sen?”
Nasıl açıklayacağımı bilemeyip gözlerimi etrafta dolaştırdım. Elvis neredeyse, ona ihtiyacım vardı.
“O, kaçırdığımız gemideki tutsaklardan birisiydi,” dedi Ares, açık açık. Bunun üstüne kız hayretle güldü. “Sanıyorum intikam almak için evimizi bastı.”
Kız heyecanlanarak, “Gerçekten öyle mi?” dedi. Sandalyede abisine yaklaştı ve koluna sarıldı. “Lütfen abime bir şey yapma.” Sonra kahkahalarla güldü.
Ben ve Martin onlara bakarken Ares ile bu kız epey gülmeye devam etti.
Kendimi yoktan yere aşağılanmış hissettim. Bu korsanlar bizi ne kadar korkuttuklarını, bizi ne kadar küçümsediklerini fark etmemişlerdi. Kendi rızamla onların yanına gelip eğlence malzemeleri olmaktan duyduğum utançla hırslanıp arkamı döndüm ama bir adım atamadan soluğum kesilince kafamı kaldırdım.
Elvis’i gördüm.
Ne kadar fevrice arkamı döndüysem, kendimi ona çarpmaktan kurtaramamıştım. Ellerim, kucağında tuttuğu kese kâğıdına değince gözlerim yüzünde, üstünde dolaştı. Dışarıdan geliyordu, hatta kese kâğıdından yükselen kokuyu bakılırsa fırından. Telaşla gerilemeye çalıştığımda gözlerini yüzümde dolaştırıp ona değen ellerime baktı, hafifçe gülümseyip, “En sonunda hasta olacaksın diye endişe ediyorum,” dedi.
Ellerimi hızla ondan çekip yüzüme götürdüm, eldivenin altından bile soğukluğunu hissediyordum sanki. Başımı önüme düşürüp kararsızca holdeki kapıya baktım ve Elvis’te bakışlarımı takip edip tekrar bana döndü. “Yalnızsın sanıyordum... gitsem iyi olacak.”
Koluma dokundu. “Kalmalısın, bu son görüşmemiz olabilir.”
Bakışlarım daha hızlı şekilde ona yaklaştı. İçimde o kadar belirgin bir sızı hissettim ki bunun neden son olabileceğini düşünemedim. Az önce çıktığım oturma odasına girip elindeki kese kâğıdığını masaya bıraktı. Arkadaşları ve o kız kendisine bir şeyler dedi ama yalnız uğultu duyuyordum.
Ares odadan çıkıp bana sırıtarak üst kata giden merdiveni çıktı, içerideki sesler azaldı. Ne yapacağımı bilemeyerek etrafıma baktım ve Elvis tekrar bana yaklaşıp elimden tutunca heyecanlandım. Bunu birkaç kez daha yapmıştı, elimi tutmuştu. Birleşen ellerimize bakarak yüksek basamakları çıktık ve birazdan başka bir odaya girdik. Etrafıma bakmadan yapamadım. Burada alçak ama geniş bir yatak vardı, demek bu odada kalıyordu. İçerisi holden daha sıcaktı, şömine yeni sönmüş gibiydi.
Elimi bıraktığında hızla ona döndüm.
Baktığım şömineye ilerleyip önünde duran çıralardan birisine uzandı. Ellerimi ovuşturup pencere yanındaki yatağa yaklaştım ve ucuna oturarak eldivenlerimi çıkardım. Elvis’in önce çırayı tutuşturup ardından bu kalın odunları yakmasını izlerken elleri dikkatimden kaçmadı.
Sonra kendi elime bakıp gülümsedim.
“Ares... hâlâ çok aptal,” dedim bir şey söylemek için. Onunla ne konuşacağımı hâlâ bilemiyordum, kendimi aptal hissediyordum.
Omzunun üstünden bana döndü. “Sana kaba mı davrandı?”
Düzelttim. “Hayır... sadece alaycı davranıyor.”
“Genelde bu alaycılığı sadece kendisini güldürür. Seni huzursuz ediyorsa gerekeni yaparım.”
“Hayır, sadece gıcık ediyor beni.”
“Peki ya ben?” diyerek doğruldu. Üzerindeki ceketi çıkarmaya başlayınca sırtım dikleşti. “Bana da gıcık oluyor musun?”
“Ee tabii ki! Ben bu hayatta en çok sana gıcık oluyorum!”
Bence anlıyordu, aslında söylediği çok şeyin bahsettiğim kadar beni rahatsız etmediğini. Bu sebepten yine gülümsüyordu. Karşıma kadar yürüdü ve dizimde titreyen elimden tutup kaldırdı, şöminenin önüne kadar götürdü. Benimle şöminenin sıcaklığına oturup üzerimdeki kürke uzandı, ağırca üzerimden çıkardı. “Kürkünün üzerinde karlar var, böyle ısınamazsın.”
Benden bekleyeceği şekilde aksilik yapmadan başımı salladım. Kürkümü nazikçe şöminenin yanına ısınmaya bırakıp ellerini ateşe doğru tuttu, yarım dakika kadar ısıtıp sonra yüzüme yaklaştırdı. Avuç içlerini yanaklarıma, alnıma ve dudaklarıma dokundurarak gözlerimin içine baktı. “Buz gibi olmuşsun. Neden bir şala sarınmadın?”
O buz gibi olduğumu söylüyordu ama tenimin altında bir lav akıntısı varmışçasına sıcak hissediyordum. “Buranın soğuğuna alıştım.”
“Bu soğuk seni hasta eder, farkında bile olmazsın.”
Gözlerimi onun çıkardığı ceketine kaydırdım, benim kürkümden inceydi. “Bana diyorsun ama senin ceketin benim kürkümden bile korunaksız görünüyor. Üstelik önünü bile kapatmamışsın, yakaları açık gömlek giyiyorsun, hasta olan sen olmayasın?”
Ellerini bir daha ateşe yaklaştırdı, sonra bir daha yüzüme. Yanaklarımda, alnımda ve kızarmış kulaklarımda gezdirdi. Böyle yapmaya bir süre daha devam etmesini istiyordum. “Hasta olmam üzer mi seni?”
“Neden hep sana bir şey olmasının beni üzüp üzmeyeceğini soruyorsun?”
“Kendi rızanla söylemiyorsun çünkü, biraz teşviğe ihtiyacın olduğunu düşünüyorum.”
Parmak uçları dudaklarıma değince irkildim ve sanki temas eden dudaklarıymış gibi bakışlarımı onun dudaklarına çevirdim. Onu öptüğümü, ya da onun beni öptüğünü sürekli hatırlıyordum, sabahları ya da geceleri düşünüyordum. Parmakları çekiliyordu ki engel olamadığım şekilde uzanıp elini tuttum, parmaklarını dudaklarıma sabitlemiş oldum. “Hâlâ üşüyorum,” diye yalan söyledim.
Gösterdiğim yakınlığın farkında şekilde gözlerimin içine bakıp bir diğer elini saçlarıma götürdü, elinin tersiyle saçlarımı omzumdan arkaya atarak, “Beni özledin mi?” diye sordu.
Geçtiğimiz iki günden mi yoksa gemiden ayrıldıktan sonra geçen vakitten mi bahsettiğini anlamadım ama cevabım her ikisi için de aynıydı. “Evet.”
“Neler duyuyorum,” diye fısıldarken gözlerindeki ifade daha sıcaktı. “Neden senden bir şeyler duymak bu kadar zor? Hissettiklerini söylemekten neden bu kadar korkuyorsun?”
Korkuyor muydum? Gerçekten, neden?
“Benden mi korkuyorsun?” diye cevap verdi bu kez de. “Sana söylediklerime inanmıyor musun?”
Bu cevap ben düşünmeden kalbimden geldi. “Hayır, korkmuyorum. Yalan söylediğini de düşünmüyorum. Buraya benim için geldin sonuçta... benim için değil mi?”
Dudaklarımdaki parmağı çeneme ve sonra daha aşağıya kayarak boynuma yaklaştı. “Evet, buna değer başka hiçbir şey yok. Senden başka hiçbir şey.”
Hafifçe gülümsedim ve Elvis onu bir daha şaşırtmışım gibi kaşlarını kaldırdı. Fakat sonra dediklerini hatırladım. “O zaman neden... bu son görüşmemiz olacak dedin?”
Elini boynumdan tamamen ve aniden çekince ürperdiğimi hissedip bakakaldım yüzüne. Karşımdan doğrulurken, “Senin için bir müjde değil mi?” dedi.
Cevap vermemi beklemeden arkasını dönüp odadan çıkınca bir an telaşa kapıldım. Hemen gidecek değildi değil mi? Aralık kapıdan bakıp yüzümü şömineye çevirdim. Odunlar harlanmaya başlamıştı, sıcaklığı artık tüm yüzümde hissediyordum. Şömineyi benim için mi yakmıştı? Saçmalık. Kendisi de dışarıdan gelmişti, üşümüş olmalıydı.
Ahşap basamak gıcırtısını duyunca tekrar çıktığını anladım. Aralık kapıdan girerken elinde bir tepsi taşıdığını gördüm. Düz, eski bir bakır tepsiydi. Bana uzattığında merak ederek aldım. Bir fincan sıcak çay ve elmalı turta görünce şaşırdım. Az önce fırından mı getirmişti bu sıcak turtayı?
“Az yemek yediğini gözlemledim. Tanıştığımız ilk günlerden daha zayıfsın.”
Tepsiyi önüme bırakıp, “Acaba neden zayıfladım?” dedim. “Sanki esir düştüm, günlerce aç susuz kaldım değil mi?”
Durduğu yerden bana bakarken dudakları kıvrıldı. “Seni aç ve susuz bırakmadım.”
“Lütfen tekrarla. Yoksa o korsan sen değil miydin?”
“O korsan benim ama seni aç ve susuz bırakmadım.”
“Belli ki o korsan sen değildin, çünkü ben yemek ve susuzlukta imtihan edildiğimizi hatırlıyorum...”
Çenesini kaşıyarak tepsime bir göz attı. “Diğerleri evet ama sen hayır. Hiç aç uyudun mu gerçekten?”
Korktuğum bu muydu? Bana nasıl davrandığından ziyade onun nasıl birisi olduğu? “Diğerleri dediğin... orada ailem vardı.”
Bana bakarken hiçbir şey söylemedi. Hayata baktığımız yerlerin çok farklı olduğunu tartışmıştık ama keşke bana da hak verseydi.
“Turtanı ye lütfen.”
Dediğini yapıp turtadan bir ısırık aldım. Tadı sevdiğim gibiydi, zaten ben de o fırından turta alıp yiyordum. Şömine sıcağının yanında çay ve turtanın sıcaklığı da bana çok iyi geldi. Mayışmış şekilde iç çekerken başımı çevirip kendisine baktım. İkinci turtayı uzattım. “Sen sevmiyor musun?”
O sırada yüzümü izliyordu, seslendiğimde uzattığım turtaya baktı. “Severim ama bu kez sen ye.”
Tepsinin kenarına bırakıp fincanı avuçlarımla kavradım. Şöminede yanan ateşe bakarken ona bu son, meselesini sormayı istiyordum. Neden sondu, bahsetmeyecek miydi? Etrafım, ellerim sıcak olmasına rağmen üşümüş gibi ürperdim ve Elvis şöminedeki ateşi harlamak için eğildiğinde bir elimi ona uzatıp kolunu tuttum. “Gidecek misin?” diye sordum açıkça.
Görmek için bana baktı. “Arkadaşlarım yeni bir geziye çıkacak, tabi onlarla gelmemi istiyorlar.”
Yutkundum. “Yeni bir gemi mi kaçıracaklar, demek istiyorsun?”
Sessiz kalınca böyle olduğunu anladım. Elvis’in de onlarla gittiğini, yeniden birçok insanı esir düşürdüğünü hayal ettim. Bunu defalarca yapmıştı, henüz yakalanmamıştı. Kaçak, bir orada, bir burada hayat yaşıyordu. Dediği gibi, eğer o kadar mücevher ve parayı insanlarla paylaşmıyor olsa çoktan kendisi için uzakta, zengin bir hayat kurmuş olurdu.
“O halde korsan olmayı daha çok önemsiyorsun,” sözcükleri dudaklarımdan dökülürken sesim neredeyse kızgındı.
“Sen bunu neden önemsiyorsun,” derken masmavi gözleri gözlerimin içindeydi. “Yanılmıyorsam bana üç kez cehenneme bile gitmem gerektiğini söyledin.”
Aslında dört kez. Çünkü her söyledikten sonra pişman olmuştum, hatırlıyordum.
“Hani aşıktın bana? Bu kadar kolay mı vazgeçiyorsun?” diye ses yükselttim sinirlenerek. Aslında... sinirden çok sitemli hissediyordum ama konuşurken yanlış anlaşılıyordum.
“Ama sen bana aşık değilsin,” derken umutsuzmuş gibi dudaklarını büktü, şömineye bir bakış attı. “Değilsin değil mi?”
“Aslında şey...”
Bana tekrar döndüğünde dudaklarında resmen gülümseme vardı. “Ney?”
Elimdeki fincana sarıldım, bir yudum sıcak çay alıp bakışlarımı etrafımda gezdirdim. Gözlerini, bakışlarını kaçırdığım her yerde gördüm ve tekrar onunla buluşurken, “Birlikteliğimiz nereye varacak ki?” diye fısıldadım üzülerek. “Ailem... buna asla müsaade göstermez!”
Dizlerinin üzerinde duruyordu, bu sebepten yüzü biraz yukarıdaydı, gözleri beni esir tutuyordu. Eh, bu konuda ustalaştığını bizzat biliyordum. Esir tutmak konusunda. Söylediklerim pek umurunda değilmiş gibi omuzlarını silkti. “Ailenin onayına ihtiyacımız yok.”
“Ama... ailem rıza göstermezse nasıl olur ki?”
“Neden bunu düşünüyorsun? Benim arkadaşlarım da bayılmıyor şu anki vaziyetime ama umurumda değil. Ne düşündüklerini hiç umursamıyorum.”
“Aynı şey mi? Onlar senin arkadaşların, ben ailemden bahsediyorum.”
Fincanı alıp benim yerime dudaklarıma götürünce biraz içmek durumunda kaldım. “Onlar da benim ailemdi,” dedi.
Aile... Benim aileme beslediğim hisler mi besliyordu? Güveniyor, seviyor ve sadakat mi duyuyordu? Yetim olduğundan bahsetmişti, pek detay vermese de ailesini hatırlamadığını düşünüyordum. Daha önce bana bunları anlatırken olduğu gibi içim şefkat duygusuyla doldu. O gözlerime bakarken elimi kaldırıp yanağına koydum. Beklemediği dokunuşum karşısında gözleri seğirdi, çenesi elimin altında kasıldı ve başı elime doğru eğildi. “Ailen için, hatta tanımadığın insanlar için bana karşı koydun, isyan ettin, benim için de ailene karşı gelemez misin?”
Onu tekrar gördüğüm günden beri ailemin karşısına geçip bundan bahsetmeyi ne zaman düşünsem korkuyla irkilmiştim. Babama, anneme bir korsanla olmayı hayal ettiğimi nasıl söyleyecektim? Elvis’in gözlerinin bana verdiği cesareti hissettiğimde korktum, sanki onun gözlerine bakarken bunu yapacak gücü bulabilirdim.
“Yoksa aklını başka bir şey mi karıştırıyor?” derken kaşları çatıldı. Onu çok kez alaycı, çok kez umursamaz görebilirdiniz ama kızgın görmek nadir bir şeydi. “Evinize giren o tüccarın oğlu mu?”
Bunu nereden biliyordu? Görmüş müydü? Her yerde karşıma çıktığına bakılırsa buna şaşılmamalıydı. “Annem... arkadaşlık etmemizi istiyor, hepsi bu.”
Bir anlık hareket ve sessizlikten sonra sağ tarafımdan bir tutam saçı alıp parmağının etrafına doladı. “Ona bunun imkânsız olduğunu ileteceğim.”
Gözlerim büyüdü. “Anneme mi?”
“Hayır, o pisliğe.”
“Annemin kulağına giderse vay halime...”
“Annenden korkuyor musun?”
“Ben öyle kolay kolay korkmam,” dedim sertçe ve ekledim. “Sadece... bunaltıcı birisi.”
“Hangi konuda?”
“Her konuda... Onun için ideal bir genç kız değilim. Terbiyesiz ve biraz asi olduğumu düşünüyor.”
Dudaklarını yaladı. “En sevdiğim halin.”
Önce ağzımı açtım ama sonra diyecek bir şey bulamadım. Yanağımın içini ısırarak gülmemi engellediğimde, saçlarımın kalanına da dokunarak sarı tutamları aheste aheste okşadı. “Mektupta yazdıklarımı hatırlıyor musun?”
Kalbim hızlı atıyordu ama daha da hızlandı.
Mektuba yazdıklarını gözlerimin içine bakarak söyledi. “Sen böyle, olduğun gibiyken, kusursuzken ama buna rağmen gün gelecek insanlar sende bir kusur aramak için çabalayacakken kimsenin senin yaptıklarını yapma cesareti olmadığını hatırla. Sen kusursuzsun, benim aksime.”
Günlerce yastığımın altında sakladığım, her kelimesini ezberlediğim mektubu onun gözlerinin içine bakarak dinlemek beni neredeyse sarhoş yaptı. Başım dönüyor olsa bile gözlerimi ondan çekemiyordum. Hatta daha yakın olmak istiyordum, bunu yapabilir miydim? Elimin tersini sıcaklayan yanağıma koyduğumda bakışları yumuşadı ve bana, “Aradan çok zaman geçti, unutmuşsundur belki,” dedi.
Aceleyle, “Hayır!” dedim. “O mektubu her gün okuyordum.”
O an gözleri görülmeye değerdi.
“Fakat ben o kitabı hiç bitiremedim. Senin bana okumanı bekliyorum.”
“O gün seni görünce... kitabı unuttum,” dedim yüz buruşturarak.
Alnını hafifçe alnıma sürtünce yanaklarım kızardı, bu hissi sadece o bana yaklaştığında tadıyordum. Gözleri o kadar yakındaydı ki, içindeki okyanuslar beni o gemideki günlere kadar götürüyordu. Beni öperken de bu kadar yakın olduğumuzu hatırladım ve dudaklarına bakmadan yapamadım.
Aradan bir buçuk yıl geçmişti, acaba başka birisini de öpmüş müydü?
“Elvis!”
Tanıdık sesi duyunca irkildim ve Elvis oflayıp gözlerini kapattı, alnını alnıma sürterek benden uzaklaştıktan sonra doğruldu. Arkasını dönüp süratle odadan ayrılınca sıkışan göğsümü rahatlatmak için ovaladım. Ares neden onu çağırıyordu? Elvis’in bıkkın bir hali vardı.
Birkaç dakika bekledim ve o geri dönmeyince kendimi yalnız hissettim. Doğrulup odanın içini dolaşmaya başladım. Az eşya vardı, ahşap iki kapaklı dolapta kıyafetleri duruyordu. Keten gömleklerinin, askı ve pantolonlarının üzerinde parmaklarımı dolaştırıp gülümsedim. Pek kalın kıyafeti yoktu aslında, soğuk iklime alışkın değildi. Yaklaşıp kıyafetlerini hafifçe kokladım ama kendisi gibi güzel kokmuyordu. Geri çekilip aralık kapıya yaklaştım, kulak verip aşağıdaki konuşmaları dinlemeye çalıştım.
Pek duyamıyordum ama gitmek sözcüğünü seçmiştim.
Elvis’e gitmekten mi bahsediyordu? Onu ikna etmeye mi çalışıyordu?
“Pislik Ares,” diye homurdanırken Ares’i boğazladığımı hayal ederek kendimi rahatlatmayı umdum fakat kendi kalbimin hüznü buna izin vermiyordu.
Elvis razı olmuş gibiydi.
Geldiğimde zaten gitmekten bahsediyordu.
Odanın ortasına geri dönüp bir daha kalbimi ovaladım ve titreyen ellerimi sıkıp gevşeterek kendi etrafımda döndüm. O yokken bu adada ne kadar yalnız ve üzgün hissettiğimi hatırlıyordum, kendime sesli biçimde söyleyemesem de o zamanda istediğim onun kendisiydi. Bir daha gittiğinde aynı hisleri mi yaşayacaktım?
Yaklaşan ayak seslerini duyunca telaşla arkamı döndüm. Elvis kapıdan içeriye girdiği anda ona koştum. Ayaklarım birbirine dolanıp da düşecekmişim gibi ellerini bana doğru uzattığında da parmak uçlarıma yükselip boynuna atladım onun. Yüzümü saklamak ihtiyacından mı yoksa daha yakın olma ihtiyacından mı bilmiyorum ama boynuna yaslanınca kalbimdeki bıçak çekildi.
“Gidecek misin?” dedim ama bundan daha çok demek istediğim şey vardı. “Gitme lütfen, burada kal, ben sana kazak alırım.”
Beni tutmaya hazırlanan elleri bir anlık bekleyişten sonra sırtıma yerleşti ve ona sarıldığımdan daha sıkı şekilde beni kavradı. Büyük elleri neredeyse sırtımı tamamen kaplıyordu. Odanın içinde beni kolayca taşıyarak ilerledi ama utancımdan yüzümü kaldırıp kendisine bakamadım. Alçaldığını, ardından oturduğunu hissettim. Çenemin altından tutup yüzümü kendisine çevirmeye çalıştığında başlangıçta itiraz ettim ama sonra gözleriyle buluştum. O yataktaydı, bense dizinin üstündeydim. Bir kere gemide yere düşmüştük, o zaman da neredeyse kucağına çıktığımı hatırladım. Elinin tersini yanağımı koyup, “İşe yaramasına pek de ihtimal vermiyordum,” dedi. Dudaklarının arkasındaki dişleri görüyordum, hafifçe gülümsüyordu.
“Nedir işe yarayan?”
“Bir yere gitmiyordum, yalnızca öyle düşünmeni istedim. Öyle inatçısın ki, işe yarayacağına dair pek ümidim yoktu lakin...”
Ağzımı açıp açıp kapattım. “Yalan mı söyledin?”
“Yalan değil, çaresizce seni dile getirmenin yolunu aramak bu...”
“Sen...” gözlerim ve nefesim öfke ile açıldı, kucağından kalkmayı denedim. “Sayılmaz bu söylediklerim, kandırdın beni!”
Kafasını arkaya yatırıp da kahkaha atmaya başlayınca gözlerimi kan bürüdü adeta. O bir kusurmuş gibi söz etmiyordu ama bana yalan söylemişti. Demek bu yalanın sahici olması için de iki gündür gelmemişti yanıma. Gülmesi, beni daha da kızgın hissettirince uzaklaşmak adına tüm kuvvetimi kullanmam gerekti. Sırtımdaki elini tutup itmeye çalıştım. “Bırak, kalkmak istiyorum! Çok yakışıksız bu yaptığın! Gerçi kime diyorum ki, sen zaten korsanın tekisin, dürüst ve centilmen olacak değilsin ya...”
“Bu söylediklerim sayılmaz derken ne demek istiyorsun? Şimdi de gitmemi mi istiyorsun...”
“Evet evet! Bıraksana yahu beni, elini kıpırdatamıyorum bile...”
İki elimle birden onun tek eline, bileğine kuvvet uyguladım ama arzu ettiğimi yapamadım. Oflayıp başımı kaldırınca da daha sakin bir gülümseme ama koyu gözlerle karşılaştım. Hiddetim sırasında yüzüme düşen saç tutamlarını yanaklarımın arkasına doğru itip bana yaklaştı. “Kalacağıma memnun olmadın mı?”
Kandırılmaktan öyle memnuniyetsizlik duymuştum ki kalacağının müjdesini yaşayamamıştım. Zaten hiç gitmeyecekti, beni o kadar mı seviyordu? Aradan geçen zamana rağmen mi? Doğrusu ben de bu zamana dek onu düşünüyor ve hayal etmiyor muydum? Parmakları çeneme temas edip beni dudaklarına çekerken sırtımdaki elinin düştüğünü fark ettim ama bu kez kendim kalkmıyordum. Gözlerimin içine bakarak dudaklarımı kendi dudaklarına yaklaştırdı ve birbirimize temas ettiğimizde acı çekiyormuş gibi inledi.
“Hatırladığım gibi.”
Gerçekten hatırlıyor muydu? Anımsasa bile yeterdi, çünkü ben de bu hissi ve onun dudaklarını hatırlıyordum. Beni ilk öptüğünde yaşadığım duygular, sanki aradan bu kadar zaman geçmemiş gibi yinelendi. Bu hissettiklerim o kadar yoğundu ki, hareket edip onu öpmekte bile zorlanıyordum. Kolaylaştıransa onun dudaklarının seriliği ve isteği oldu, beni öpmek istediğini o kadar anlatıyordu ki aynı şekilde davranmak istiyordum.
Ufaktan hareket eden dudaklarımı yalayıp elini enseme koydu ve ayaklarımın yerden havalandığı hissine bir daha kapıldım. Sırtım onun dizinden daha yumuşak yere, yatağa yerleştiğinde bile telaşlı hissetmedim. Doğrusu aceleci hissediyordum ama bu onu öpmekten kaynaklıydı. Gözlerimi sonuna dek kapattığımdan ötürü göremiyor olsam da bacaklarının dizlerim arasına yerleştiğini, saçlarımın yastığa döküldüğünün farkındaydım. Kıyafetleri üzerimdeki kazak ve eteğe sürtüyor, sıcaklık ve ağırlığı onu daha da yakınıma çekme isteği uyandırıyordu.
Dudaklarımdan ayrılışı beni korkutunca hislerime bir yenisi eklenmiş oldu ve gözlerim aralandı.
Çok yakınımdaydı, saçlarının uçları alnıma değiyordu ve gözleri gözlerime değdiği ilk an okyanusta geçirdiğim o geceleri hatırlatmıştı. Boynumdaki sıcaklık yanaklarımın üstüne çıkarken, Elvis’in dudakları çeneme dokundu. Hızlı ve sayısız öpücük bırakmaya başladı. “Çiçeklerle mi yıkanıyorsun sen, çok güzel kokuyorsun?”
Elim üstündeki gömleği çok sıkı tutuyordu, beni öperek de böyle şeyler söyleyemez miydi? Onunla bu kadar çok öpüşmek istemem beni utandırıyordu, böyle istediğimi söyleyebilir miydim? Sessizliğimle beraber dudaklarını boynuma sürttü ve göğüs kafesim o kadar içeriye göçtü ki nefesim acıyla sıkıştı. İnleyerek gözlerimi yumdum.
“Hoşuna mı gidiyor?” diye fısıldadı kulağımın altına doğru.
Sesli duymak zorunda mıydı? Benim hiç aşinası olduğum sözcükler değildi bunlar. Gözlerimi sımsıkı yumup dudaklarımı ileriye uzattığımda hafifçe güldüğü kulağıma ilişti. Ağızlarımız birleştirerek kendini yanıma doğru bıraktı ve bunu yaparken yüzümü yastıkta çevirdi. Yumruk halindeki elim çözülerek boynuna sarıldı ve onun da başı yastık üzerindeyken yanağımı tutarak beni öptü.
Her geçen saniye dudaklarını taklit ederek bunu nasıl yapabileceğimi öğrendim. Ve alt dudağını kavradığımda boğazından çıkan kısık inleme sesini duydum. Benim gibi yan yatıyor olmasına rağmen kendisini bana bastırıp yüzümü daha sert okşadı. “O gece seni öptükten sonra... nasıl bırakıp gidebilmişim? Şimdi düşündüğümde ne kadar güç geldiğini hatırlıyorum.”
Bunları, dudakları dudaklarıma değerken söyledi ve sonra hafifçe uzaklaştı. Boynunun sıcaklığını parmaklarımda hissederek gözlerinin içine baktım. “Neden bana veda etmedin? Mektubunda işaret ettiğin gibi beni tekrar görme niyetindeysen neden gideceğini söylemedin?”
Dudaklarını yalayıp beni dinledikten sonra, “Sana gideceğimi söylesem bayram günüymüş gibi sevinirdin,” dedi. “İçten içe sevinmeyeceğini biliyordum fakat öyle görünmek için çaba gösterecektin. Bu asla hayal ettiğim gibi bir veda olmayacaktı. Beni özleyeceğini, bekleyeceğini söyleyeceğin bir veda olmayacaktı. Bir mektup yazmanın daha makul olduğunu düşündüm. Üstelik... seni yanımda götürmek isterken, seni götüremeden gideceğimi ilan etmek de istemedim.”
Sorumu ciddiye aldığı için sevinmiştim, çünkü doğal yaklaşımı genellikle alaycılık oluyordu. Sahici görünen okyanus renkli gözlerine doğru içimi çekip, “O sabah uyanıp gerçekleri öğrenince... içimden bir şey kopmuş gibi hissettim. Ne olduğunu bile anlamam mümkün değildi. Siz gitmiştiniz, biz özgürdük fakat... ben odayı kilidi vurup yatağa gömülmek, yalnızca ağlamak istiyordum.”
“Böyle hissedeceğinden ama kabul etmeyeceğinden adımın Elvis olduğu kadar emindim.”
Kızaran yanağımı kaşıdım. “Gerçek adın Elvis mi?”
“Kendime koyduğum isim bu. Ailemin bana ne isim verdiğini bilmiyorum.”
Alt dudağımı ısırdım. “Aileni hiç mi tanımıyorsun?”
Bu sorumdan pek etkilenmeden, “Hiç,” diye yanıt verdi. “Haklarında hiçbir kayda değer bilgim yok.”
Ne kadar üzüldüğümü yansıtmamak için dudaklarımı kıvırdım. Onun yetimhanede yalnız büyüdüğünü bilmek kalbimi kırıyordu. Gemide, onunla en çetin kavgamızda bile kötü birisi olduğundan emin olamamıştım. Bir de aldıklarının çoğunu ihtiyacı olan insanlara verdiğini bilmek... gözlerime belki de adil olmayan bir perde indirmişti. Farklı şeylere inanıyorduk ama nihayetinde ona yaklaştığımda tereddüt duymuyordum artık.
“Neden üzülüyorsun?” dedi ruh halimi görerek. Saçlarıma dokunmaya başlamıştı. “Ben üzerine düşündüğüm şeyler bile değil bunlar. Böyle bir farkındalığım, ihtiyacım yok.”
“Yine de... bir ailen olsun isterdim.”
Dudağı kıvrıldı. “Senden başka bir şeyi istemiyorum.”
Ona hâlâ çekinip utanmadan, serbestçe gülümsemek garip geliyordu. Fakat o gülümsemekte olduğumu gördü ve baş parmağıyla dudak çizgimi okşadı. “Seni her gün görmeme rıza göstereceksin değil mi?”
Hevesle başımı sallıyordum ki, “Ya ailem?” dedim hatırladığımda. “Anlarlarsa n’aparız! Mümkünü yok böyle bir ilişkiye rıza göstermelerinin.”
Bu konu pek de umurunda değilmiş gibi kaygısızca, “Babanla konuşabilirim,” dedi.
“Hayır hayır... Hatta bir müddet seni görmemeleri gerekiyor,” dedim başıma gelebilecekleri düşünürken. “Onları nasıl ikna edeceğimi bulana dek...”
“Kimse senden kolaylıkla vazgeçemez, elbette ailen de. Seni yüreklendirmek için demiyorum ama babanla uzlaşabilirim, endişe etme.”
“Babam senden nefret ediyor,” dedim, oysa ben şu an yüzümü onun boynuna saklamak istiyordum.
Dişleri görünene dek sırıttı. “Kulağa eğlenceli olacakmış gibi geliyor.”
“Ya hayatın, seçimlerin?” dedim huzursuzca. “Sen... hep korsan olacaksan... ben yalnız n’apacağım?”
“Bunları düşünmek için önümüzde zaman var,” dedi ama sorunlarla ilgileniyormuş ya da onları benim kadar ciddiyetle düşünüyormuş gibi görünmüyordu. Gözleri yüzümde, elleri saçlarımdaydı. “Yakın veya uzak gelecekte emin olduğum tek şey, seni bırakmayacağım. Sen de seni bırakmamı istemeyeceksin, bir an bile. Tabi bunun için seni mutlu etmem gerek. Beni sinir etmekten başka ne mutlu eder seni, bilmek istiyorum.”
Ciddi ciddi düşünmeye başladım ve sonra aklıma gelenle birlikte, “Birçok şey mutlu edebilir ama önce... Uğultulu Tepeler’in sonunu öğrenmekle mutlu olabilirim.”
Gözlerini kısıp yüzüme eğildi ve yanağımın üstünden öpüp yatakta döndü. O uzaklaştığında etrafımı, sesleri ve dışarıda yağan karı tekrardan farkına vardım. Şöminedeki odunlardan gelen sesi seviyordum. Elvis tekrar yanıma dönüp bana kitabı uzatana dek yukarıdan düşen kar tanesini izliyordum.
“Ben mi okuyacağım?” dedim kitabı kaldırıp kapağını açarken.
Tek kolunu kafasının altına koydu ve gözlerini kapatarak beni onayladı. Yatakta döndüm ve kitabı açıp onun göğsüne koydum. Kaldığım sayfayı ararken elini tekrar saçlarıma daldırdı. “Hâlâ neyle yıkandığını söylemedin?”
“Çiçeklerle yıkanmıyorum, tabii ki.”
Alaycı gülüşünü duydum ve kaldığım sayfayı bulunca en son neler okuduğumu hatırlamaya çalıştım. Kitap karakterlerini, olay örgüsünü hatırlıyordum ama ilk günkü gibi değil. Parmaklarımı sayfalarda dolaştırdım ve kitabın son bölümünü açıp okumaya başladım. Elvis uzun, sarı saçlarımı elinin etrafına dolayıp yüzümü izlerken kendimi o kadar iyi hissettim ki, kitabın sonuna geldiğimde bunun biteceğinden korkarak neredeyse ağlayacaktım.
Fakat kalbim bana, bunun onu gördüğüm son sefer olmayacağını söylüyordu.
“... Dingin gökyüzünün altında, bu mezarların yanında biraz oyalandım. Fundalıklar ve sümbüller arasında uçuşan pervaneleri izledim, otları hışırdatan hafif rüzgârı dinledim ve insan, bu dingin toprağın altında uyuyanların nasıl olur da huzursuz bir uyku içinde olduklarını düşünebilir, diye şaştım...”
ÖZEL BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...